Cuma, Ağustos 17, 2012

Good Bye Lenin!

Good Bye Lenin, politik dram, en azından siyasi olaylar üzerinden giderek içimizi burkan, burnumuza kaçan kola asidi gibi yakan bir film. Öyle ki konusuna değinmem gerek, hakkında pek bir söz bırakmıyor aslında, üzerine konuşulacak filmlerden ama öyle garip bir his bırakıyor. Sanırım ben hala +7 yaş sınırını aşamadım, filmler çocuklar üzerinde olumsuz etki bırakabilir ibaresini görünce üzerime alınır oldum. Bu film de öyle bir filmdi işte.

Konu: Alex adındaki genç, idealist ve sosyalist annesinin kalp krizi geçirmesinden sonra annesinin komada kaldığı süre boyunca değişen Almanya'dan haberinin olmaması için inanılmaz çaba sarf eder. Bu öyle bir noktaya gelir ki kendi Tv Yayınını bile yapacak duruma gelir, çöpten turşu kavanozu aramaya aklınıza gelebilecek garip olaylar işte. Arada komik olaylar olsa da   filmde dramatik bir hava hakimdi. Film boyunca Berlin Duvarı'nın yıkılması, Almanya milli takımının dünya kupasını alması gibi olaylara da şahit olabiliyoruz.


Kendime not: İdeallerin uğruna bazı şeylerden vazgeçeceksen; bu vazgeçilecekler listesinde ailen olmasın.

L'illusionniste

"Sihirbaz diye bir şey yoktur."
Ben sihirbaz değilim, ilizyonistim.
Gibi mesajlarla gönlümü kazanan, sıcak, komik ama sıkıcı bir filmdi. 1 saat sürmesine rağmen geçmek bilmedi o bir saat. Dialogsuz olmasına rağmen izlenir ama sevemedim.



Perşembe, Ağustos 16, 2012

La Haine -Sistem Karşıtlığı ile İlgili Film-


"Bu film, çekimi sırasında ölen insanlara adanmıştır."

Bir grup gencin sisteme olan tepkilerini anlatan filmin konusu kısaca; 
Filmden -Sizi katiller bizde sadece taş var, bizi öldürmesi kolay, şeklinde başlar -Çeviri için raskolnikov'a teşekkürler-

Abdel adındaki genç polis tarafından öldüresiye dövülür ve hastaneye kaldırılır. Polislerden biri silahını banliyöde düşürmüştür. Silahı Abdel'in arkadaşı Vinz bulur ve Abdel öldüğü takdirde bir polisin canını alacağına yemin eder. Hubert, Sayid ve Vinz'in sistem içindeki düşüşünü ağır ağır ama merakla izleten, beklenmeyen finaliyle ise insanı dehşete düşüren, hay anasını!-şeklinde dehşete düşülüyor- bir film.
İzlediğim için pişman değilim, güzel mesajlar da filmin içine eklenmiş -sübliminal?- evet bunlardan bir kaçı ;

 Adamın biri 50. kattan aşağı düşüyormuş her bir kat geçtiğinde: "şimdiye kadar her şey yolunda" diyormuş. Önemli olan düşüş değildir, yere iniştir. -Bir olaya veya işe başlayacağınız zaman şu an ne yaptığınız önemli değil, önemli olanın sonuç olduğunu vurgulamış ve Hubert'in Vinz'i bir polisi vurmaması konusunda ikna çabasının ise temel taşlarından biri olmuştur bu hikaye.
Gelecek Sizsiniz -L'Avenir cest nous- yazısı görülür.
Le Monde est a vous -Dünya Sizin- yazısı da filmin bir iki yerinde görülüyor, sonlara doğru Sayid elindeki sprey tüpüyle "vous" kelimesindeki "v"yi silerek onun yerine "n" yazar, bu şekilde de mesaj Dünya Bizim'e dönüşür ki, Yevgeni Zamyatin'in "Biz" romanında ise tam tersi bireysellikten kopup teknolojiye ve devlete bağımlılık anlatılıyordu. Burda mesajın "Siz"den "Biz"e dönüşümü anlattığım şekilde bir dönüşüm değil gibi görünüyordu filmde.
Tuvaletteki adamın hikayesi de çok güzeldi, bunu da anlatmıyım izleyin en iyisi, adamın dediği bir cümle "Tanrıya inanıyor musunuz? Yanlış bir soru. Doğru olan ise Tanrı bize inanıyor mu?" vay anasını!
İşte böyle bir filmdi.
Oyunculuk konusunda ise elimizde bir adet Vincent Cassel var ama tek başına bir şey ifade etmiyor tabii, Hubert ve Said olmadan bir hiçsin adamım! Tabii ki denge önemli, yoksa ben şu oyuncuya bilmem kaç milyon dolar vereyim de film acaip hasılat yapsın mantığı da yoktu zaten, seviyorum
mesaj vermeye çalışıyordu gayet güzel de verdi mesajını son sahnesiyle.
17 yıl önce çekilen film canım ülkemin 2012'deki durumunu anlatıyor da "bakın, gelecekte bu hallere düşeceksiniz, polisler, ölen gençler-ölen polisler, taş atan çocuklar ve diğerleri..." yapmayın etmeyin demiş film.
Uzattım.

Bu arada sınav yarın açıklanabilir ama yarın da film izlicem tabii! Bir sınav sonuç yazısı, bir de mim benzeri çocukluğunda ne kadar hınzırdın yazısı bir de... şaka yazarım bir şeyler, özlediniz mi gençlik kişisel yazılarımı? 

Çarşamba, Ağustos 15, 2012

This is England -SAVAŞ KARŞITI, ANTI-RACHIST FILM-

Konu: Dostluk, savaş, ırkçılık, sahip olduklarımız, kaybettiklerimiz ; bunlar kelime olarak bir kaç şey ifade ediyor aslında yeterince şey ifade edebiliyorlar, tek başlarına bile anlamlılar. Biraz da içindekiler kısmından sıyrılıp gerçek konudan bahsedeyim ; Shaun adında bir çocuk, okulda itilip kakılır, dalga geçilir, okuldaki kötü bir gününden sonra Woody ve arkadaşlarıyla karşılaşır. Dost canlısı insanlar yaşça Shaun'dan büyük olsalar da genç arkadaşımızı kanatları arasına alırlar. Woody'i kendileri gibi giydirirler -skinhead- dazlak saç modeli, çeteye hoş geldin Shaun! Müthiş bir dostluk ve bağ oluşur bu grupla arasında, fakat Combo hapisten yeni çıkmıştır ve Shaun'u en zayıf noktasından, askerde kaybettiği babasından, vurur ve olaylar inanılmaz bir hal alır.
Yönetmene not: Irkçılığı bu kadar sıcak bir filmle anlatabilmek, tek kelimeyle inanılmaz. Filmin ilk 20 dk'sında gülüp eğlenirken ondan sonrasında ise "topla kendini eğlenmeye gelmedik, burada ciddi bir konuyu tartışıyoruz" havası esmeye başlarken denge inanılmaz bir şekilde sarsıldı. Şahsen kendi fikrim, ben inanılmaz sarsıldım, duygulandım, ağlayacak noktaya getirdi.
Film Little Miss Sunshine'dan sonra izlediğim en sıcak filmdi; mesajını gidilmesi gereken yere de ulaştırabilmeyi başarıyor, bunu da bize  savaşın çocuklar veya yetişkinler üzerindeki etkilerini, ırkçılığı, dostluğu, basit ama bir o kadar da uçuk karakterlerle , kafa karıştırmadan, kesinlikle filmden koparmadan anlattı.

Ben savaş karşıtıyım, bazı insanların pis politikalarına alet olan genç insanlar plastik torbalarda ailelerine gönderilmelerine, bir çerçevenin içinde bayrakla gönül avutmalarına ve diğer bütün lanet olası siyasi propagandalara karşıyım ; bu yüzden param olsaydı  askere gitmezdim, üzgün de değilim fakat para yerine fiziksel ve ruhsal anlamda kendimi askere gidebilecek durumda görmüyorum öyle olmasa dahi gitmezdim. Bu benim kendi fikrim. Filmden veya ordan burdan etkilenerek de konuşmuyorum, ha film etkilemişse yönetmen çok da güzel başarmış, tebrikler iyi seyirler.

Bu arada Hair(1979)-film incelemesi alt paragraf-'da da vietnam savaşını bir grup hippie'nin gözünden anlatıp muhteşem ve bir o kadar da "keşke olmasaydı" dedirten finaliyle, dostluğun anlamını, savaşın lanet bir şey olduğunu çok da güzel anlatan bir filmdi. Müzikal sevmiyor olsanız bile izleyin.
http://www.andycarrington.co.uk/#/this-is-england/4530413604 teşekkürler -

Following -Ters Köşe Film-

Bir Christopher Nolan filmi. Ayrıca Nolan'ın ilk uzun metraj filmi.
Konuya gelecek olursak;
Sürekli insanları takip edip onlardan yeni yazacağı hikaye için birkaç konu toplamaya çalışan bir adam, bir gün onca insan arasından rastgele seçtiği Cobb'la tanışır. Cobb hırsızlık yapıyordur ve bunu para için değil, aksiyon ve adrenalin için yaptığını iddaa ediyor tabii. Bill, Cobb'la tanıştıktan sonra hayatı monotonluğundan kurtulacak ve bambaşka bir ray üzerinde yol almaya başlayacak.
Kendime not: Asla bir hırsızla arkadaş olma, bunu aksiyon ve adrenalin için yaptığını söyleyip sempatik görünmeye çalışsa bile.
Filmden not: Cobb aslında insanların değerli eşyalarını değil, anılarını ve geçmişlerini çalıyordu. Bunu da kendince : Aslında sahip oldukları şeylerin farkına varmalarını sağlıyorum, bazı şeyleri alıyorum ama sahip oldukları şeyleri de fark etmelerini sağlıyorum, şeklinde açıklar.

Following oyuncularıyla, yönetmeniyle-senaristiyle*aynı kişiler, tamamen acemi filmi ama kesinlikle bunu hissettirmiyorlar. Acemilikten kasıt, ilk film olmasıydı. Sağlam senaryosu ile geleceği parlak bir yönetmenin piyasaya atıldığı sinyallerini vermiş zamanında.

Salı, Ağustos 14, 2012

Tyrannosaur -İBRET ALINASI!-

Filmin konusuna yine bir iki cümleyle değinip kendi izlenimlerimi ekliyim, her zamanki gibi;
Filme Joseph adındaki adamın, hayatı, tanrıyı ve insan ilişkilerini sorgulamasıyla başlıyoruz. Joseph, Hannah adlı kadınla karşılaşır, Hannah dindar ve evli bir kadındır, Joseph için dua eder. Joseph, Hannah'ın bu kadar dindar olmasına bi şekilde bozulur, çünkü hayatın ve tanrının adil olmadığı düşünüyor.
Film genel anlamda hayata bir eleştiri aslında. Söyleyecek çok şeyim vardı hepsi yok oldu, üzgünüm.
Paddy Considine'e olan hayranlığım kat kat arttı.
Tyrannosaur, neden Tyrannosaur? diye soracak olanlar filmde cevap alabilirler.
Oyuncular mükemmeldi.
Müzikler de.

Joseph'in söylediği ;
Yaptıklarımdan sonra insanlardan bir sürü mektup aldım, çoğunda "ben olsam aynısını yapardım" yazıyordu, hayır sen olsan düşünürsün, ben ise yaparım. Benle, senin dünyan arasındaki fark bu.
Tek kelimeyle mükemmeldi, her sahne tüyleri diken diken etmeye ve sizi sorgulamak için farklı kapılar açmaya çalışıyordu. Aslında bunu "biz tüylerinizi diken diken edip, hayatı sorgulamanız için uğraşmıyoruz, normalseniz bir şekilde etkileneceksiniz" mesajı vardı sanki.
Kadın-erkek ilişkileri, tanrı, pişmanlıklar, çaresizlik...
Lanet olsun ki fuckin' awesome, film!
Yönetmene not: Sevgili Paddy, yeni tanışıyor olmamız ya da en azından benim seni yeni tanımaya başlamış olmam büyük şans. Bu yeterince mutlu etti açıkçası, bu filmde Shane Meadows havası vardı, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz karakterler, olaylar ve ondan sonra her şeyin çorap söküğü gibi çözülmesi. Bu kurgu için mükemmeldi, 90dk'yı 2 saate çıkarıp seyirciyi karakterlerin detaylarıyla boğmaktansa asıl mesajın verilip noktalanması güzeldi. Gözlerinden öperim sevgili yönetmenim. Takipteyim.
Kendime not: Pişman olacağın şeyler yapma demek, sanırım Barbie'nin fantastik dünyasında turlamak gibi olurdu. Pişman olacağın şeyleri en aza indir. Hayat adil olmasa bile adil olması için lanet suratına iki adet çak, pişman olmak için daha çok gençsin, ileride pişman olacağın bir şey yapacak olursan da hatandan dönmeyi bil. Öperim gözlerinden
Dikkat! Filmi hamileler ve hamilelik riski olanlar, kalp hastaları, çocuklar, depresyonda olanlar, olmaya çalışanlar, intihara meyilli olanlar izlemesin.
İzleyebilecek olanlar; Pişman olanlar, tanrıyla arası kötü olanlar, karısını döven ve ona tecavüz eden o...çocukları, sevgilisiyle yatıp sevgilisinin çocuğuna piç muamelesi yapan piçler izlesin.
Listeden ayrı tuttuğum pek sevgili sinemaseverler ve duyarlı insanlar siz de izleyin ki o kadar pisliğin arasında adınız geçmesin maksat.

Dead Man's Shoes -DEHŞET FİLM!-

Anthony spastik engeli olan genç adam, Richard'ın kardeşi.
Richard askere gittikten sonra tek başına kalan Anthony'i koruyup kollayacak kimsesi kalmaz ve bir grup keşten kötü muamele görür ; taciz, dayak, zorla yaptırabileceğiniz her türlü hayvani işkence...
Richard askerden döner ve kardeşinin ölümüne neden olan bu orospu çocuklarını bir bir haklamaya başlar. Konu bu.

Filmden not: Film boyunca kendinizi seri katilli filmlerin karanlığındaymış gibi değil de farklı bir film izliyormuş gibi görüyorsunuz tabii olaylar bir süre sonra değişiyor, Richard'ın soğukkanlılığı da eklenince ortaya mükemmel bir film çıkmış, bir şey daha ekleyecek olursam ; filmi tek başıma izlesem ağlardım sanırım, beni dehşete sürükleyen şaheserlerden bir tanesi ve hala tüylerim diken diken. Lanet olsun ki eve ailevi bir nedenden dolayı sinirli gelip bile bile bu filmi seçmiş olmam, sinirli olduğum kişileri gölgede bırakıp maktül piçlere öfkelenip seri katilin tarafını tuttum. Dexter'dan sonra ilk defa oluyor, karşılaştırma yapmıyorum ama en iyi kötü adam sıfatını dizi kısmında Dexter, sinema kısmında ise Richard alıyor benim gözümde. Allah kahretsin ki hala dikenliyim, hala sinirliyim, umarım kendimi rüyamda seri katil olarak görürüm de biraz deşarj olurum.
Kendime not: Kardeş candır, bunu bildiğini biliyorum ama bu film de iki kardeş arasındaki bağın ne kadar kuvvetli olabileceğini bir kez daha vurguladı. Ben filmden onu anladım, suçlular cezasını çeker, yaptıklarının bedelini de en ağır şekilde öderler.
Müziklerden bahsetmeden geçemicem, İngiltere'nin muhteşem manzarası -hangi şehir olduğunu bilmiyorum-  ve pek haz etmesem de country müzik olduğunu düşündüğüm muhteşem bir parça eşliğinde başlıyor film.
Yönetmene not: Sevgili Shane Meadows, karakterler hakkında hiçbir şey bilmeden filmin yarısına gelmek rahatsız ediciydi, daha doğrusu detaylı karakter analizi yapamadan 90 dk ekrana kilitlenip olayları 3. göz gibi izlettirmek muhteşem bir zeka örneği. Tabii ki zekanızı övebilecek durumda bile olduğumu düşünmüyorum ama This is England'ı izlemek için yarını iple çekiyorum, sevgiler, saygılar.
Paddy Considine(Richard) yakın takibe alındı, en kısa zamanda Tyrannosaur izlenecek. İlk uzun metraj filmi, bu insanları seviyorum ben, ilk filmleri olup da muhteşem başarı yakalamayı başarabilen insanları.
Bu film hakkında çok çene çaldım, fazlasını hakediyor.

Pazartesi, Ağustos 13, 2012

Insomnia(1997) -Film-

Yönetmen Erik Skjoldbjærg yaptı, ben izledim. Film 1. sınıf polisiye romanı gibiydi. Her sahnesinde, acaba ne olacak? Katil kim?! Oha, olay git gide karmaşıklaşıyor! derken öyle bir yere geliyorsunuz ki katil ve polisin klasik cinayet filmlerinde gördüğümüz olaylarından farklı bir ilişki içinde olmaları da filmin cazibesini arttırmış diyebilirim. 
Film Christopher Nolan'ın da gözünden kaçmamış ve Al Pacino ile Robin Williams'ı aldığı gibi aynı senaryoyu 2002 yılında tekrar beyaz perdeye uyarlamış, aktarmış. Güzel mi yapmış? İzlemedim Nolan'ın elinden çıkanı ama kumalardan haz etmem.
Kendime not : Bu tür filmlerden etkileniyorsun, kızkardeşine verdiğin "dur daha olayı çözcez!" tepkisi de işin balı kaymağı, bu derece kendine bağlayan bir filmdi. Tekrar izlenecek kadar güzel.
Norveç filmleriyle devam eder miyim bilmiyorum ama şimdilik yeterli görünüyor gerçi bir iki araştırıyım sağlam adamlar güzel filmler yapıyor.

Oslo 31. August - Film -

Norveç'e gideceğimden bahsetmiştim, size soğuk ama bir o kadar güzel diyarlardan 2 film getirdim şimdilik. Önceki yazımdaki Reprise'a benzeyeceğini düşündüğüm ama birbirinden farklı hikayelerle ve farklı tekniklerle anlatılan bir film Oslo 31 August.
Anders Danielsen Lie(Reprise'daki Philip) Joachim Trier'in gözdesi, ehehe. Şaka tabii ama yönetmenlerin aynı oyuncuyla devam etme takıntılarına hayranım, kült filmlerin yönetmenlerinin alışkanlıklarını mı devam ettiriyorlar anlamadım. Guy Ritchie de Jason da Jason, adamı aksiyon filmlerinin 1 numaralı adamı haline getirdi sağolsun, Joachim Trier de umarım Anders'i güzel yerlere getirir. Gerçi her şey insanın kendisinde bitiyor..........----> PEEEH! Kalıplaşmışlardan nefret ederim.
Filmde Anders adındaki adamımız uyuşturucu bağımlısı, rehabilitasyondan sonra, temizlendikten sonra demek daha doğru olur, bir iş görüşmesine gider, bir de arkadaşlarıyla tekrar bir araya gelmeye çalışır. Uyuşturuculu filmler genelde mutlu bitmez, verdikleri mesaj ; uyuşturucuya başlayın ve kolayca bırakın yerine uyuşturucuya başlayın ve kolay ölün olduğu için sanırım. Hep bir ibret alma hikayesi görürüz, bu da pek farklı değil açıkçası ama bir Requiem for a Dream ibretliği beklemeyin. Genç adam Anders durumu toparlamaya çalışıyordu, filmin verdiği mesajlar çok güzeldi. Hayata dair eleştiriler vesaire, buraya yazmayı düşünmüyorum izleyin.


Kendime not: Uyuşturucu kötü bir şey, ağzını yüzünü patlatırım, sigara bile içme, alkol olabilir-kendini tutabiliyorsun, sarhoş olmayı sevmiyorsun çünkü denemedin bile-belki bir defa.
Yönetmene not: Son daha güzel bağlanabilirdi, hayrete düşürme fikri çok yumuşak kalmış ve seyirci hayrete düşmeyecektir bu şekilde, şahsen benim gibi katı kalpli bir adam bunu söylüyorsa, olmuş diyebiliriz.
Son olarak: ben bu şarkıyı Drive(2011) da sevmiştim, asansör sahnesinde, bir de bu filmde doğum günü partisinde çalınca oooh beybi durumları yaşattı -gördüğümü duyduğumu unutmam ama isimler çabuk unutulur-
 

Şarkı çok güzel, iyi geceler.

Pazar, Ağustos 12, 2012

Reprise -Film-

Konu;
Philip ve Eric iyi arkadaşlar, bu iki iyi arkadaş kitap yazmaya karar verirler. Kitapları sonbaharda yayınlanacaktır-
Norveç yapımı, Joachim Trier'in eseri ve güzel oyunculukla gerçekmiş gibi hissettirip yazar olmayı askıya almanıza neden olabilecek kadar dramatik bir film.

Siyah fotoya dikkat :)

Yeterince dramatik, hem senaryo olarak da sıradışı. Bana öyle geldi en azından, bilmiyorum açıkçası. Filmin başında, senaryonun tamamını anlatır ama siz sonunu merak edip izlemeye devam edersiniz. Ortalarına geldiğinizde ise flaşback sayılmasa da zamanda geri yolculuk ve tekrarlar yaşatıyor yönetmen, bu bazı yerlerde rahatsız etse de -kaçırılan replik, kaçırılan sahnelere yol açtı- genel anlamda yeterince mutlu bir filmdi, dramatik ve mutlu, üzgün ve mutlu gibi. Karışık!
Yönetmene not: Norveç filmlerine devam, Reprise'dan sonra Oslo 31. August izlenecek, belki de bugün. Yönetmen Joachim Trier'i saygıyla selamlayıp takipte olduğumu bildirmekten mutluluk duyuyorum, bu yazı Norveç'e ulaşır mı bilinmez ama Joachim Trier, devam.
Kendime not: Kari'yi oynayan oyuncu  -Victoria Winge- I love you!!!
Kari'yi sevdim ben.
Filme not: Philip'in psikotik nevronuzuna rağmen Kari'den vazgeçmemesi, mükemmeldi, belki de delilik! Bir insan kendine bunu neden yapar anlam veremedim, odunum ben. Eric'in ise Lillian'ı sevmesine rağmen sırf inandığı birtakım fikirler yüzünden ondan ayrılması hatta arkadaşlarını geride bırakıp ülkeyi terk etmesi, acımasızcaydı. En sevdiği yazarla tanışabilmiş olması güzeldi.
Ben filmi anlamadım mı yoksa çok mu sığ anlattım bilmiyorum ama  ne biliyim hem İstanbul'a yağmur da yağmış, oturun evinizde izleyin derim.