Film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Film etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Salı, Ağustos 14, 2012

Tyrannosaur -İBRET ALINASI!-

Filmin konusuna yine bir iki cümleyle değinip kendi izlenimlerimi ekliyim, her zamanki gibi;
Filme Joseph adındaki adamın, hayatı, tanrıyı ve insan ilişkilerini sorgulamasıyla başlıyoruz. Joseph, Hannah adlı kadınla karşılaşır, Hannah dindar ve evli bir kadındır, Joseph için dua eder. Joseph, Hannah'ın bu kadar dindar olmasına bi şekilde bozulur, çünkü hayatın ve tanrının adil olmadığı düşünüyor.
Film genel anlamda hayata bir eleştiri aslında. Söyleyecek çok şeyim vardı hepsi yok oldu, üzgünüm.
Paddy Considine'e olan hayranlığım kat kat arttı.
Tyrannosaur, neden Tyrannosaur? diye soracak olanlar filmde cevap alabilirler.
Oyuncular mükemmeldi.
Müzikler de.

Joseph'in söylediği ;
Yaptıklarımdan sonra insanlardan bir sürü mektup aldım, çoğunda "ben olsam aynısını yapardım" yazıyordu, hayır sen olsan düşünürsün, ben ise yaparım. Benle, senin dünyan arasındaki fark bu.
Tek kelimeyle mükemmeldi, her sahne tüyleri diken diken etmeye ve sizi sorgulamak için farklı kapılar açmaya çalışıyordu. Aslında bunu "biz tüylerinizi diken diken edip, hayatı sorgulamanız için uğraşmıyoruz, normalseniz bir şekilde etkileneceksiniz" mesajı vardı sanki.
Kadın-erkek ilişkileri, tanrı, pişmanlıklar, çaresizlik...
Lanet olsun ki fuckin' awesome, film!
Yönetmene not: Sevgili Paddy, yeni tanışıyor olmamız ya da en azından benim seni yeni tanımaya başlamış olmam büyük şans. Bu yeterince mutlu etti açıkçası, bu filmde Shane Meadows havası vardı, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz karakterler, olaylar ve ondan sonra her şeyin çorap söküğü gibi çözülmesi. Bu kurgu için mükemmeldi, 90dk'yı 2 saate çıkarıp seyirciyi karakterlerin detaylarıyla boğmaktansa asıl mesajın verilip noktalanması güzeldi. Gözlerinden öperim sevgili yönetmenim. Takipteyim.
Kendime not: Pişman olacağın şeyler yapma demek, sanırım Barbie'nin fantastik dünyasında turlamak gibi olurdu. Pişman olacağın şeyleri en aza indir. Hayat adil olmasa bile adil olması için lanet suratına iki adet çak, pişman olmak için daha çok gençsin, ileride pişman olacağın bir şey yapacak olursan da hatandan dönmeyi bil. Öperim gözlerinden
Dikkat! Filmi hamileler ve hamilelik riski olanlar, kalp hastaları, çocuklar, depresyonda olanlar, olmaya çalışanlar, intihara meyilli olanlar izlemesin.
İzleyebilecek olanlar; Pişman olanlar, tanrıyla arası kötü olanlar, karısını döven ve ona tecavüz eden o...çocukları, sevgilisiyle yatıp sevgilisinin çocuğuna piç muamelesi yapan piçler izlesin.
Listeden ayrı tuttuğum pek sevgili sinemaseverler ve duyarlı insanlar siz de izleyin ki o kadar pisliğin arasında adınız geçmesin maksat.

Dead Man's Shoes -DEHŞET FİLM!-

Anthony spastik engeli olan genç adam, Richard'ın kardeşi.
Richard askere gittikten sonra tek başına kalan Anthony'i koruyup kollayacak kimsesi kalmaz ve bir grup keşten kötü muamele görür ; taciz, dayak, zorla yaptırabileceğiniz her türlü hayvani işkence...
Richard askerden döner ve kardeşinin ölümüne neden olan bu orospu çocuklarını bir bir haklamaya başlar. Konu bu.

Filmden not: Film boyunca kendinizi seri katilli filmlerin karanlığındaymış gibi değil de farklı bir film izliyormuş gibi görüyorsunuz tabii olaylar bir süre sonra değişiyor, Richard'ın soğukkanlılığı da eklenince ortaya mükemmel bir film çıkmış, bir şey daha ekleyecek olursam ; filmi tek başıma izlesem ağlardım sanırım, beni dehşete sürükleyen şaheserlerden bir tanesi ve hala tüylerim diken diken. Lanet olsun ki eve ailevi bir nedenden dolayı sinirli gelip bile bile bu filmi seçmiş olmam, sinirli olduğum kişileri gölgede bırakıp maktül piçlere öfkelenip seri katilin tarafını tuttum. Dexter'dan sonra ilk defa oluyor, karşılaştırma yapmıyorum ama en iyi kötü adam sıfatını dizi kısmında Dexter, sinema kısmında ise Richard alıyor benim gözümde. Allah kahretsin ki hala dikenliyim, hala sinirliyim, umarım kendimi rüyamda seri katil olarak görürüm de biraz deşarj olurum.
Kendime not: Kardeş candır, bunu bildiğini biliyorum ama bu film de iki kardeş arasındaki bağın ne kadar kuvvetli olabileceğini bir kez daha vurguladı. Ben filmden onu anladım, suçlular cezasını çeker, yaptıklarının bedelini de en ağır şekilde öderler.
Müziklerden bahsetmeden geçemicem, İngiltere'nin muhteşem manzarası -hangi şehir olduğunu bilmiyorum-  ve pek haz etmesem de country müzik olduğunu düşündüğüm muhteşem bir parça eşliğinde başlıyor film.
Yönetmene not: Sevgili Shane Meadows, karakterler hakkında hiçbir şey bilmeden filmin yarısına gelmek rahatsız ediciydi, daha doğrusu detaylı karakter analizi yapamadan 90 dk ekrana kilitlenip olayları 3. göz gibi izlettirmek muhteşem bir zeka örneği. Tabii ki zekanızı övebilecek durumda bile olduğumu düşünmüyorum ama This is England'ı izlemek için yarını iple çekiyorum, sevgiler, saygılar.
Paddy Considine(Richard) yakın takibe alındı, en kısa zamanda Tyrannosaur izlenecek. İlk uzun metraj filmi, bu insanları seviyorum ben, ilk filmleri olup da muhteşem başarı yakalamayı başarabilen insanları.
Bu film hakkında çok çene çaldım, fazlasını hakediyor.

Pazartesi, Ağustos 13, 2012

Insomnia(1997) -Film-

Yönetmen Erik Skjoldbjærg yaptı, ben izledim. Film 1. sınıf polisiye romanı gibiydi. Her sahnesinde, acaba ne olacak? Katil kim?! Oha, olay git gide karmaşıklaşıyor! derken öyle bir yere geliyorsunuz ki katil ve polisin klasik cinayet filmlerinde gördüğümüz olaylarından farklı bir ilişki içinde olmaları da filmin cazibesini arttırmış diyebilirim. 
Film Christopher Nolan'ın da gözünden kaçmamış ve Al Pacino ile Robin Williams'ı aldığı gibi aynı senaryoyu 2002 yılında tekrar beyaz perdeye uyarlamış, aktarmış. Güzel mi yapmış? İzlemedim Nolan'ın elinden çıkanı ama kumalardan haz etmem.
Kendime not : Bu tür filmlerden etkileniyorsun, kızkardeşine verdiğin "dur daha olayı çözcez!" tepkisi de işin balı kaymağı, bu derece kendine bağlayan bir filmdi. Tekrar izlenecek kadar güzel.
Norveç filmleriyle devam eder miyim bilmiyorum ama şimdilik yeterli görünüyor gerçi bir iki araştırıyım sağlam adamlar güzel filmler yapıyor.

Oslo 31. August - Film -

Norveç'e gideceğimden bahsetmiştim, size soğuk ama bir o kadar güzel diyarlardan 2 film getirdim şimdilik. Önceki yazımdaki Reprise'a benzeyeceğini düşündüğüm ama birbirinden farklı hikayelerle ve farklı tekniklerle anlatılan bir film Oslo 31 August.
Anders Danielsen Lie(Reprise'daki Philip) Joachim Trier'in gözdesi, ehehe. Şaka tabii ama yönetmenlerin aynı oyuncuyla devam etme takıntılarına hayranım, kült filmlerin yönetmenlerinin alışkanlıklarını mı devam ettiriyorlar anlamadım. Guy Ritchie de Jason da Jason, adamı aksiyon filmlerinin 1 numaralı adamı haline getirdi sağolsun, Joachim Trier de umarım Anders'i güzel yerlere getirir. Gerçi her şey insanın kendisinde bitiyor..........----> PEEEH! Kalıplaşmışlardan nefret ederim.
Filmde Anders adındaki adamımız uyuşturucu bağımlısı, rehabilitasyondan sonra, temizlendikten sonra demek daha doğru olur, bir iş görüşmesine gider, bir de arkadaşlarıyla tekrar bir araya gelmeye çalışır. Uyuşturuculu filmler genelde mutlu bitmez, verdikleri mesaj ; uyuşturucuya başlayın ve kolayca bırakın yerine uyuşturucuya başlayın ve kolay ölün olduğu için sanırım. Hep bir ibret alma hikayesi görürüz, bu da pek farklı değil açıkçası ama bir Requiem for a Dream ibretliği beklemeyin. Genç adam Anders durumu toparlamaya çalışıyordu, filmin verdiği mesajlar çok güzeldi. Hayata dair eleştiriler vesaire, buraya yazmayı düşünmüyorum izleyin.


Kendime not: Uyuşturucu kötü bir şey, ağzını yüzünü patlatırım, sigara bile içme, alkol olabilir-kendini tutabiliyorsun, sarhoş olmayı sevmiyorsun çünkü denemedin bile-belki bir defa.
Yönetmene not: Son daha güzel bağlanabilirdi, hayrete düşürme fikri çok yumuşak kalmış ve seyirci hayrete düşmeyecektir bu şekilde, şahsen benim gibi katı kalpli bir adam bunu söylüyorsa, olmuş diyebiliriz.
Son olarak: ben bu şarkıyı Drive(2011) da sevmiştim, asansör sahnesinde, bir de bu filmde doğum günü partisinde çalınca oooh beybi durumları yaşattı -gördüğümü duyduğumu unutmam ama isimler çabuk unutulur-
 

Şarkı çok güzel, iyi geceler.

Pazar, Ağustos 12, 2012

Reprise -Film-

Konu;
Philip ve Eric iyi arkadaşlar, bu iki iyi arkadaş kitap yazmaya karar verirler. Kitapları sonbaharda yayınlanacaktır-
Norveç yapımı, Joachim Trier'in eseri ve güzel oyunculukla gerçekmiş gibi hissettirip yazar olmayı askıya almanıza neden olabilecek kadar dramatik bir film.

Siyah fotoya dikkat :)

Yeterince dramatik, hem senaryo olarak da sıradışı. Bana öyle geldi en azından, bilmiyorum açıkçası. Filmin başında, senaryonun tamamını anlatır ama siz sonunu merak edip izlemeye devam edersiniz. Ortalarına geldiğinizde ise flaşback sayılmasa da zamanda geri yolculuk ve tekrarlar yaşatıyor yönetmen, bu bazı yerlerde rahatsız etse de -kaçırılan replik, kaçırılan sahnelere yol açtı- genel anlamda yeterince mutlu bir filmdi, dramatik ve mutlu, üzgün ve mutlu gibi. Karışık!
Yönetmene not: Norveç filmlerine devam, Reprise'dan sonra Oslo 31. August izlenecek, belki de bugün. Yönetmen Joachim Trier'i saygıyla selamlayıp takipte olduğumu bildirmekten mutluluk duyuyorum, bu yazı Norveç'e ulaşır mı bilinmez ama Joachim Trier, devam.
Kendime not: Kari'yi oynayan oyuncu  -Victoria Winge- I love you!!!
Kari'yi sevdim ben.
Filme not: Philip'in psikotik nevronuzuna rağmen Kari'den vazgeçmemesi, mükemmeldi, belki de delilik! Bir insan kendine bunu neden yapar anlam veremedim, odunum ben. Eric'in ise Lillian'ı sevmesine rağmen sırf inandığı birtakım fikirler yüzünden ondan ayrılması hatta arkadaşlarını geride bırakıp ülkeyi terk etmesi, acımasızcaydı. En sevdiği yazarla tanışabilmiş olması güzeldi.
Ben filmi anlamadım mı yoksa çok mu sığ anlattım bilmiyorum ama  ne biliyim hem İstanbul'a yağmur da yağmış, oturun evinizde izleyin derim. 

Snatch. -Film-

Aksiyon filmleriyle birlikte, müzikli aksiyon filmi kategorisini uydurduğum için kendimle gurur duyuyorum. Yine bir Guy Ritchie filmi, bol şiddet, bol aksiyon,  komik dialoglar, komik olaylar ve tabii önceki film Lock Stock and Two Smoking Barrels den de hatırlayacağımız gibi olaylar yine bir yerlere bağlanıyor, yine kanlı şiddetli, önceki filmde de müzikler güzeldi.
Sevgili Guy Ritchie,
Bu güzel filmlere müzikleri seçen kişinin sen olduğunu düşünüyorum, umarım yanılmıyorumdur. Madonna gibi güzel bir kadınla evlenmiş olman da bu düşüncemi destekliyor açıkçası. Madonna'yla 2000 yılında evlenmişsiniz ama filmler 1999-2000 gibi yıllarda çekilmiş, vay anasını! Evet, sanırım ulaşmak istediğim nokta güzel müzikli aksiyon filmi yapmanın Madonna'yla evlenebilmek için gerekli olup olmayacağıydı? Nasıl bağladım ama, Guy? Tekliflere açığım, teşekkür ettim nays to mit ya!
Elimizde 3 yakışıklı var bunlardan biri çingene, biri elmaslı 4 parmaklı adam ve biri de acemi taze kan ve başını belaya sokmayı her şekilde başarabilen bir "dickhead" evet yine Jason Statham!






Konu şu;
86? karatlık bir elmasın peşine takılan bir yahudi, bir rus, bir de domuz çiftliği sahibi bir kodaman varmış. Bu adamlar öyle bir pisliğin içine düşerler ki, analarından hiç doğmamış olmayı dilerler!
Biraz not: Benicio karizmatik adamsın vesselam ama filmdeki ömrünün uzun olmaması üzücüydü,
Jason, sana söyleyecek lafım yok, hala silah kullanmayı öğretemedi bu yönetmenler, peh! Ama performansında iyileşme görülüyor, çekingenliğini atmışsın üstünden yiğido!
Brad, genç kızların sempatik yakışıklısı! Seni kıskanmıyor değilim ama 2012 yılındaki halini değil, tam 2000 yılındaki halini kıskanıyorum, filmi kurtaran kişisin, havalısın, filme 10 numara adam lazımsa senden başkası olmamalıydı zaten.
İyi seyirler.
Kendime notlar: Norveç yapımı filmlerle ilgilendiğini biliyorum bu aralar, altyazı sorununu çöz ve müzikli aksiyon filmi izlemeyi bırak, ha kötü mü? Değil tabii ama Hollywood'tan nefret eden bir bünye İngiliz yapımı filmlerden sonra okyanusu aşıp Amerikan yapımı, bol şiddetli, dandik müzikli ve anlamsız derecede çıplaklık dolu filmlerle karşılaşabilirsin bunu kendine yapma evlat, öperim gözlerimden.
Piyasaya not: Film eleştirmeni olmayı düşünüyorum ama filmi anlatmak çok sıkıcı, onun yerine öyle garip olaylardan bahsediyim ki maç anlatan spikerin yaptığı gibi giydiği ilk krampondan yattığı ilk kıza kadar her şeyi anlatabilirim, paraya ihtiyacım yok.
SOUNDTRACK! : http://www.imdb.com/title/tt0208092/soundtrack

Cumartesi, Ağustos 11, 2012

Lock, Stock and Two Smoking Barrels -Film-

Konu şöyle, şart oldu ya hani ;
Adamlar bunlar.
 4 adamımız var ve kumar masasına oturabilmek için 100bin kraliçeli paradan-sterlin?- toplarlar. Masa 100binden açılıyor. Şahin K'ya rakip Harry abimiz de bu adamları katakulliye getirir ve adamımız 500bin borçla kalkar masadan. 1 hafta sonra parayı getirmezse geciktirdiği her gün için bir parmak feda etmek zorunda kalacaklar, arkadaşları dahil. Adamlar ne yapıp edip bi plan bulmaya çalışırlar-
Bundan sonrası spoiler'e gidiyordu üzgünüm.
Aksiyon seven biriyseniz eğer kaçırılmaması gereken filmlerden, kafa yormanıza gerek yok, komik bile sayılabilir, kan, şiddet ve diğer olumsuz örnek oluşturabilecek her türlü öğe de var içinde. Benim en sevdiğim kısmıysa senaryo ve müzik, oyunculuğu geçtim elimizde bir adet acemi Jason Statham var evet şu filmlerinde kızları götüren, elindeki silahı kullanmaktan çekinmeyen kel ve kaslı biri, kel ve kaslı diyince aklıma çeşitli karakterler gelse de Jason Statham bu filmde acemisin evlat! Filmde silah bile kullanamıyor! Bu bir aksiyon filmi ve muhtemelen Guy Ritchie de ısınman için seni listeye dahil etmiş olabilir, evet iyi yapmış. Bir Taşıyıcı, bir Tetikçi kolay yetişmiyor. Zamanım olsa Snatch.'i de izlerdim, bu kez Guy abimiz kadroya yine bizim acemiyi dahil etmiş, hem de Bradd Pitt ve Benicio Del Toro abileriyle oynamış. Vay anasını! Tabii iyi oyuncular da var ama dikkatimi çeken buydu kızlar, üzgünüm.
Kendime not : Müzikli film diye diye müzikli aksiyon filmi bile buldun ya, helal olsun abicim, gözlerinden öperim, hayırlı işler.
Müzikler şurda ---> http://www.imdb.com/title/tt0120735/soundtrack

Bu arada bugünlerde biraz karışığım, filmlerle kafayı sıyırdığımı düşünmeyin. İyiyim ben.

Perşembe, Ağustos 09, 2012

High Fidelity -Film-


İçinde müzik olan filmleri seviyorum ama müzikal dediğimiz şeyler konusunda seçiciyim ben. Bu film müzikal değil. Müzikli-film ya da teknik anlamda adı her neyse. Kültür adına tek bir damla kırıntım yok, terimler konusunda. John Cusack oynamış, ben de izlemişim. Çok hoştu film, romantik kısmı ağır basmış olsa da güzeldi. Buna rağmen güzeldi hatta çünkü romantizm ve o tür şeylerin film içinde olmasının gerçekçi olduğunu düşünmüyorum. Bu filmde durum farklıydı, o kadar gerçekti ki, filmdeki adıyla Rob(John Cusack) kameraya bakıp size eski sevgilililerinden bahsediyor. Bahsederken de ayrıntıları sizi sıkmadan anlatıyor, teker teker. Flashbackler yaşatıyor, Barry(Jack Black) adındaki arkadaşı da işin komedi tarafıydı. Acayip eğlendim diyemem ama dediğim gibi, müzikli-romantik-komik.
Kendime not : Catherine Zeta-Jones'u gördüğünde, kaç yaşında olursa olsun, tereddüt etmeden dudaklarına yapış. Aynen şu şekilde :') :

Ya da şu şekilde de olabilir T_T, bu kadını seviyorum! 

The Boat That Rocked -Film BOMBAAA!-




Bu film, 1966'nın İngiltere'sinde korsan radyo yayını yapan bir gemiyi anlatıyor. Konu bu.
Ve bu film şimdiden izlediğim en güzel en komik en eğlenceli en duygusal en romantik en seksi en ateşli en bombastik en epik film olmayı başardı bile, epik? anlamını bilmeseaym de çok güzel bir filmdi.
Little Miss Sunshine'dan sonra mutlu olmak için izleyebileceğim hatta her gün izleyebileceğim bir film olmayı başardı. Çok sevdim, mürettebatla birlikte o ana tanık olmak, ne biliyim, aradaki tatlı çekişmeler, muhteşem cumartesiler, harika kutlamalar, sürpriz. Bu film birden fazla şey, beklentileriniz tavan yapmış olabilir ama sesli gülmek ve sesli küfretmek için sabah tekrar izlicem, millet rahatsız olmasın diye içime attım  bir de notum var ;
Radyo Rock yenilmez, Radyo Rock ezilmez ; çünkü Radyo Rock hayat dolu çünkü Radyo Rock müzik dolu!
Rock'n Roll'u hissedeceksiniz millet! Şarkılar mükemmeldi doğal olarak. Her olaya bir şarkı, her karakterle uyumlu bir şarkı çalması, hele bunu radyo aracılığıyla yapıp 30 milyon insanı kendilerine hayran bırakmaları, Sikerim böyle işi adamım!!!
Rock seven biriyseniz de ne bekliyorsunuz? İzleyin edepsizler!

Kendime not : Her mutlu olmak istediğinde bu filmi izle-

Salı, Ağustos 07, 2012

Science of Sleep -Film-


6 yaşından beri rüya ile gerçeği ayırt edemeyen Stephan babasının ölümünden sonra Fransa'ya, annesinin yanına, dönmek zorunda kalır. Kapı komşusu olan Stepahanie ve onun yakın arkadaşı Zoe ile tanışan Stephan'ın hayatı, annesinin bulduğu işle de daha karmaşık hale gelecektir. Stephan Zoe ile Stephanie arasında gelgitler yaşar, Stephanie'nin ondan hoşlandığından emin olamaz bir türlü. Öyle ki gittikçe karmaşık bir hal alan rüyaları, aşık olduğu kadına göstermek için inanılmaz bir çaba sarf eder.
Konumuz öyle. Kendi yorumuma gelecek olursam eğer ;
Film yeterince sıradışı, sıradışı filmleri sevdiğim için bu filmi de sevmiş olabilirim. Dün de zaten rüya ile gerçek arasında sıkışıp kalmamın sonucu olarak bu filmi izlemeye karar vermiş olmam da inanılmaz bir tesadüf. Bazen size de oluyor mu? Rüyanızda gördüğünüz bir şeyi o kadar gerçek yaşarsınız ki, duyularınız bile harekete geçer o anda, hissedersiniz ve bu hissi hiçbir şeye değişemez uyanmak istemezsiniz. Bana arada bir oluyor. Keşke uyanmasaydım! Lanet olsun! Diye gelecekte yapacağım şeyleri rüyamda bitirmiş olmanın hazzını yaşamaya devam etmek isterdim ama malesef ki uyanıyoruz.
Son olarak;
"Aşk ve tereddüt aynı cümlede kullanılıyorsa, hayatınız cehenneme dönmeye başlamış demektir, tereddüt etmeyi bırakıp ne yapacağınıza karar vermekten başka seçeneğiniz yoktur bu saatten sonra." bu da filmin özeti.
Son olarak 2 ;
Ben bu filmi izlemiştim, Stephan'ın zaman makinesinden ve Golden Pony'den hatırladım filmi. Nerde izlemiştim? Ne zaman izlemiştim? Hiçbir fikrim yok! Lanet...

I'm a Cyborg but That's OK! -Film-


OldBoy'un yönetmeni Chan-Wook Park'tan duygusal ve bir o kadar sıradışı bir film.
Konusuna değinecek olursam, kendisini cyborg(insan görünümlü robot-basit anlam-) sanan genç bir kızın başına gelen sıradışı olaylar. Akıl hastanesine kapatılan büyükannesinin ardından, çalıştığı fabrikada intihara kalkışması nedeniyle  güzel kız Young-goon da akıl hastanesine kapatılır. Genç kız cyborg olduğuna inanmakta fakat bunu annesinden başka kimse bilmemektedir. Yemek yememek için direnen, yerse bozulacağına genç kız akıl hastanesinde tanıştığı sıradışı insanlarla kaynaşır ve ondan sonrası ise olaylar işte. Park il-sun adındaki genç adamın kızı farketmesiyle başlayan olaylar, filmin sonuna kadar bu güzel birlikteliğin ve verilen güzel mesajlarla süslenmiş. Sıradışı görünse de film monoton hayatımıza göndermeler yapıyor -filmdeki 7 günahtan biri: Bitkinlik Yasak. Bunun gibi mesajlar da kondurulmuş böylece tadından yenmeyen muhteşem olmasa da hoş ve kaliteli bi film ortaya çıkmış. Oldboy'u izledim mükemmeldi, Vengeance serisini izleyen birini tanıyorum o da serinin mükemmelliğini anlatır durur Chan-Wook adını duyunca fakat bu film diğerlerine göre aşırı normal kalıyor ya da bana öyle gelmiştir, normallik terazim sanırım biraz şaşırmış durumda. Dediğim gibi yeterince sıradışı ama ince mesajlarla fazlasıyla içimizden biri bu film.
Filmde şarkı söyleyen ve çocuk korosuna alınmadığı için 31 yıldır şarkı söyleyen kadının sesine hayran kaldım, ve il-sun'un da sesi güzeldi. Müzikler genel anlamıyla sakin ve huzurluydu, hoş.
İyi seyirler.

Dipnot: Kore hayranı genç kızlar için ;)
Rain (Jung Jihoon)

Pazartesi, Ağustos 06, 2012

City Island -Film-


Filmin direkt konusuna girecek olursam ;
Küçük bir adada yaşayan sıradan görünen ama bir o kadar da sorunlu bir ailenin hikayesi. Ailenin bütün fertlerinin sırları var ve bu sırlar gizli kaldıkça büyüyüp sıkıntılı hale gelmeye başlıyor ne yazık ki.
Filmin son anları haricinde pek bir kopma noktası veya dur şurda bir değişiklik olsun da neşemiz yerine gelsin diye beklemeyin. Son çok güzel bağlanmış ama sırf sonunu görmek için izlenebilir.
Lars and the Real Girl'de izlemiştim Emily Mortimer'i, iyi oyuncu, City Island filminin de anahtar noktası.
Andy Garcia, ne yazık ki Godfather serisini izleyemedim ama Ocean's serisindeki Terry Benedict rolüyle sevdirmişti kendisini, diğer filmleri de izlenir adam işinin hakkını veriyor.
Uzatmanın anlamı yok, diğerlerine haksızlık oluyorsa da kusura bakmayın gençler.
Konu  - 6/10
Oyunculuk - 7/10
Müzikler - 8/10
Vakit geçirmek için izlenmez, boş zamanınızda ise takılın ya kafanıza göre.

Salı, Temmuz 31, 2012

Trainspotting -Film-

Uzun zamandır film izlemiyordum, uzun zaman dediğim Ankara'ya gittiğim günden beri, tv'de bile izleyecek bir şey olsa izleyen ben, akşamın serinliğine bırakıyordum kendimi, gündüz de malum bunaltıcı sıcaklar ve lanet diğer şeyler. Lanet diğer şey yok aslında sadece bir nevi toparlanma, silkinme ve onun gibi şeyler işte.

Trainspotting bir Danny Boyle filmi ; Slumdog Millionaire'i izleyip etkilenmemek mümkün değilken neden Trainspotting'i daha önce izlemedim? diye de kızdım kendime aslında.
Filmde bayağı uyuşturucu, seks ve argo var hatta bayağı iğrenç şey de. Bunları söylemek istemiyorum ama mideniz ve kalbiniz varsa izlemeyin ki ben ikisini de aldırmışım, organ mafyası tarafından kaçırılışımı anlatmadım size tabii nerden bileceksiniz, organ mafyası da tanıdık, Hacethill adında ilginç bir hastanenin garip çalışanları, devlet onlara doktor diyor, hayatımı kurtarmış olsalar da birtakım şeylerden muaf olmama neden oldukları gözardı edilemez, duygusal anlamdaki hiçlikten bahsediyorum. O zamanlar o kadar çok şey yaşamışım ki, hiçbir şey ibret alamaz duruma geldim "ok ok Requiem for a Dream" hariç.
İzleyin derim, film sayesinde de çok fantastik hikayeme göz atmış oldunuz, iyi seyirler.
Nasıl oldu bilmiyorum ama donuk adamın teki oldum.


Cumartesi, Temmuz 14, 2012

Submarine -Film-


Ergen aşk hikayesi desem aklına insanın milyon tane film gelir? Yalan söyledim, milyon tane değil. Hatta sorsanız 3 tane arka arkaya sayamam. Çok ilginçti film, aşk hikayelerini sevmiyorum ben yea! Bu yüzden arada sıkıldım ama genel olarak güzeldi. Tam anlamıyla Oliver Tate'in gözünden bakıyorsunuz olaylara ve sonrası da tabii yaşınız yetişkinlik denen ve pek karmaşık olmayan düzene aitse ergenliğinize dönüp lise zamanlarınızda yaptığınız çeşitli aşklar olayları hatırlatabilir. Güzeldi film, benim için pek anlamı yoktu, gülerim diye izledim ama beklentimin bu olması benim çaresizliğim.
Ne diyorum ben yea, eğlendim yeterince ama bu yeterince pek yeterli görünmüyor.

Perşembe, Temmuz 12, 2012

Drive (2011) -Film-



Tamam ya anladık, karizmatik adamsın vesselam!
Ryan Gosling, az konuşan soğuk adam, sürücü. Biz ona "şoför" diyelim. Şoför, Irene ile komşudur, Benicio adında bir oğlu vardır Irene'nin. Şoför ile bu ikili arasında bir çekim olur. Aşk diyin siz, bence başka bir şey var. Irene'in kocası, Standard. İsim garip olabilir, adam hapiste. Evet, şoför evli bir kadınla yakınlaşmış hatta ileriki zamanda hapisten çıkan kocasına yardım bile edecektir. Olaylar ve olaylar, bir insan yeni tanıştığı insanlara neden bu kadar bağlanır? Neden onlar için kahramanlık yapmaya çalışır? En önemlisi kötü adamları gördüğü yerde neden anlamadı? Aşk her şeyi affeder mi dersin zamanla geçer mi? Aşk diyelim ok, Irene aşık olunmayacak kadın değil, peki bu kadın ve küçük Benicio için değer miydi be adam demenize neden olacak, hayatın gerçekleri ve dibinizdeki insanları sorgulamanıza kadar varmaz ama güçlü kadrosu, iyi yönetmeniyle "vuhuhuh!" anları yaşatabilir. Ben burda film incelemesi yapmıyorum yanlış anlaşılmasın, izlediğim beğendiğim filmlerin listesini alıyorum, kendim için yapıyorum çok bencilimdir, teşekkürler evet bu kadar ve birkaç şey daha ;
Filmin mükemmel kadrosundan bahsettim zaten.
Kan var Şoförün suratında, burda olanlar uh beybi!
Aksiyon dediğin vurdulu kırdılı bilmem neli olur diyenlere,
Jason Statham olsaydı, Irene ile yatardı. Çünkü Jason Statham oynadığı filmlerde iş bitiricidir. Bunda durum biraz farklı 21.yy kahramanı gibi adam.
Kan var meme var, kan biraz fazla meme az, olması gerektiği kadar diyim ben en iyisi.
Aferin Dublör-Şoför, iyi iş çıkardın.
I love u Irene demez Şoför, öper. Ben de öyle yapcam :')
Burda "ah bu aşk iflah etmez beniiiiğğ" diyordu Nev -şaka-
Bu alttaki dialogla da bir nevi rehberiniz olayım ; Oha diyebilirsiniz bazı sahnelerde, kafam dağılsın diye dram izleyince daha kötü oluyorum Requiem for a Dream'den sonra toparlanamadım ve yorumlar-diğer bloglara attıklarım dahil inanılmaz bi tutarsızlık yakaladım. Bu film beni sarstı biraz, toparlandım ehehe ne mazo adammışım ben yea?!
Dialog;
-Kötü adamı gördün mü? Şoför
-Evet. Benicio
-Nerden anladın?
-Çünkü...o bir dolandırıcı
-İyi dolandırıcılar yok mudur? 
-Hayır, ona bir baksana. Sana iyi biri gibi mi görünüyor?


Müziklerinden bahsetmedim mi?! Tüh! Filmin müzikleri o kadar güzeldi ki başlar başlamaz sarıyor zaten, uygun sahnelere uygun müzikler. Aferin yönetmen, Cannes'da ödül aldığını söyledim mi? Normalde takılmam alınan ödüllere, dikkat edilirse de bahsetmedim şimdiye kadar, bana ne ödülünden, film güzeldi.
Müzik ; A Real Hero - College & Electric Youth
Elektro mu bu, elektroysa eğer ben sevmiyordum elektro falan ama sanırım hakkını vermişler, helal olsun diyelim.
İyi seyirler millet. Mutlu olmak için izlemeyin sadece izleyin.

Pazar, Temmuz 08, 2012

Requiem for a Dream -Bol Spoilerli *Film-

Hasssikttiiiiiirr!!! diyorum. Bu film bütün gerçekleri insanların suratına tokattan ziyade bir vinç gibi çarpıyor. Paramparça hissediyorsunuz, boğazınızda bir yumru, kalbinizde bir basınç. Aronofsky mükemmel yönetmen fakat bu filmi bir daha izlemicem. Aman tanrım, bu gerçekten inanılmaz bir histi. Kulaklıklarımı taktım ve 100dk boyunca bir kere çıkarmadım, normalde ne kadar süre geçtiğine bakardım fakat yerimden kımıldayamadım bile. Bu nasıl mümkün olabilir, ok bir daha izlemicem midem kıçımda, kusmak değil ama midemi sıçabilirim.
Görmeniz gerekenler, dayanılmaz olanlar ;
Sarah Goldberg'in diyet hapı sandığı uyarıcıları alması, oğlunun onu ziyarete geldiğinde annesinin daha kötüye gideceğini fark etmesi ve o anda kendisi bir keş olan Harry, annesinin de onun gibi bir bağımlıya dönüşmesini istememesi, yıkıldım resmen.
Sarah'ın git gide kötüleştiği ve hayaller gördüğü sahneler -buzdolabı ve gördüğü halisünasyonlar gittikçe gerçekleşmesi, son anda olayların kopması vesaire, akıl hastanesine kapatılması, zorla sonda takılması, zorla yemek yedirilmesi, elektroşok verilmesi -dayanılmaz!
Harry içinse, Marion'la tartıştıkları sahne, annesinin televizyonunu sattığı, sonra da torbacılıktan kazandığı parayla annesine yeni bir televizyon aldığı sahne dramatikti yeterince.
Marion'un ise mal bulabilmek için son çare olarak Arnold'la yatması, ondan sonra da Big Tim'le yatmak zorunda kalması falan, partiye katıldığı sahneler ise...tek kelimeyle iğrençti.
Bütün bunları da Royal Tenenbaums ve Kynodontas arasında kaldım diye izledim, izliyim kurtulayım bu yükten diye düşündüm, hani olur ya bir film öyle anormaldir ki kendinizi buna hazırlamanız gerekir. Ben de kendimi nasıl hazır hissettiysem, izlemeye karar verdim ve sonuç -BİR DAHA İZLEMİCEM!-



Cumartesi, Temmuz 07, 2012

Ghost Town -Film-

Kurnaz tilki Pincus, Gwen'i güldürürken 

Ricky Gervais, mükemmel komedyen. Film boyunca güldüm diyebilirim. Ortasına kadar diyelim çünkü sonrası biraz duygusala bağladı. Espriler mükemmel, oyuncular mükemmel. Konusu şöyle filmin;
-Kolonoskopi için hastaneye giden Dr. Pincus, genel anestezi ister. O anı görmek istemiyor çünkü, haklı olabilir aslında. Anestezinin yan etkisi, Dr. ölür ama sonra geri döner tabii. Sadece 7dk'lığına öldü. Hastaneden çıkarken, ölü hemşirenin hayaletini görür, böylece hayaletler peşini bırakmaz film boyunca. Acaip eğlenceli ve sıradışı bir hikaye, dizi izleyenler bilir. Ghost Whisperer's vardı zamanında, biraz onun gibi ama komik. Hayaletler komik, Ricky Gervais komik. Hikaye ilerlerken Gwen'le tanışır Pincus. Hayatı değişir, aaaah kadınlar! Biz erkeklerin sıradan ve bir o kadar sıkıcı hayatına girdiniz mi hayatımız öyle bir allah bullak oluyor ki-iyi anlamda- sanırım ben de bu allak bullak olma durumundan korktuğum için ya da göze alamadığım için adım atamadım. Can sağolsun, başkası için yaşamak ve diğer bilimum mesajlar görebilirsiniz filmde. Çok eğlendim, bir kaç şey de öğrendim diyebilirim.
Hadi iyi seyirler. Çok gülün.

Çarşamba, Temmuz 04, 2012

Take Shelter -Film-


Bir baba, karısı ve çocuğu. Curtis 35 yaşında ailesiyle, iş arkadaşlarıyla gayet normal bir hayat süren hem iyi bir eş hem de iyi bir babadır tabii ki bu böyle devam etmiyor. Film boyunca kendimi adamın kafasında bulduğum ya da gördüğü kabuslarla kalbimin dk'da 120 attığını gördüm. Gerildim ama gerilim değil, yeterince dramatik. Annesini görmeye gittiği ve işle ilgili problemler yaşadığı sahneler ile, gördüğü kabuslar hepsi çok zekice ve dramatik bir şekilde ekrana yansıtılmış, bir iki yerde "güleyim lan biraz güleyim ühühheee" şeklinde ağlıcaktım nerdeyse, dram olduğunu biliyordum ama bu kadar vuracağını tahmin edemezdim, size tavsiyem bunalmışsanız izlemeyin, daha çok ve daha çok bunalmanıza neden olabilir. Filmin son sahnesinde "hasss..." diyip bitirdim filmi, Curtis'e bol bol küfrettim ama adamın elinde değil, keşke kader denen lanetle sürüklenmesek değil mi?
-Filmle ilgili eklemek istediğim başka bir şey yok, yeterince vurucu bir film, süre sıkıntısı da yaşamayacağınızı düşünüyorum 2 saat sürüyor ve sıkıcı değil. Hep bir diğer sahneyi merak edip kafanızda kuruyorsunuz ama tabii ki olaylar olaylar vesaire.

Salı, Temmuz 03, 2012

In the Loop -film-

In the Loop, hayatımda en çok güldüğüm komedilerden bir tanesi. Çekim tekniği ile de samimi bir şekilde sinema filmi değil de dizi izliyormuş gibi hissettiriyor. Ben izlerken çok eğlendim, karakterler, kurgu her şeyin bir arada mükemmel bir denge oluşturması da başarıyı arttıran unsurlardan tabii ki. Politik komedi olması gözümü korkutmuştu ama siyaseti ve politikacıları iğneleyen dialoglarda bulunulması çok mutlu etti. Tavsiye eder miyim, ediyim bakalım. İzledikten sonra küfrederseniz de, edin amk zaten filmdeki dialoglarda argo, küfür, espriler havada uçuşuyor.

Pazartesi, Haziran 25, 2012

Den Brysomme Mannen -film-

Sınavlar da bitmişken, arşivimdeki filmleri izlemeden bitireceğim bir yaz olmasın dedim ve bugünden başladım filmleri izlemeye.

Bu akşam the Bothersome Man'i izlemek istedim. Film hakkında hiçbir şey bilmiyordum,hakkında bişey okumadım da açıkçası. Hatta fragmanı bile izlemedim diyebilirim.
Kişisel görüşümü söyleyeyim eleştiri falan yapmıcam favorilerim arasına girmeyi başardı, gözüme girdi yani ehuehe sinema eleştirmenlerini taklit etmeye çalışalım biraz da ;
Filmin atmosferi çok karanlık, apartmanlar, gökyüzü falan üzerinize geliyor, kapana kısılmış gibi hissediyorsunuz açıkçası. Duyguya yer yok, tat yok, koku yok, aşk yok. Her şey taklit, yönetmen çok başarılı bir şekilde dokunduruyor açıkçası şu an içinde bulunduğumuz duruma. Muhteşem bir şekilde eleştiriyor. Resmen kapılıp gidiyorsunuz, gerilseniz de sıkılsanız da bırakamıyorsunuz filmi.
-Atmosfer itibariyle hapisteymiş gibi hissetmenize neden olabilir
-Müzikleri çok güzeldi, özellikle delikten gelen - Edward Grieg Solveig's Song ve Perfida Alberto Dominguez en çok beğendiğim 2 parça.
Dediğim gibi, geren, rahatsız eden ama kendini sevdiren bi film. Verdiği mesaj güzel.
Ben Wristcutters : A love Story'e benzettim atmosfer olarak, bi deneyin olmazsa değişim falan yapıyoruz falan, güzel satarım.